top of page

Tarihi Yazmak Yalnızca Vakanüvislerin İşi Mi?


Nisan ayının 16’sında, dostum Hakan Aytekin’in daveti üzerine, İBB’nin kurtardığı ve halka açık kültür sanat etkinliklerinin yapıldığı Beyoğlu Sineması’ndaydım. Salı günleri Belgesel Sinemacılar Birliği’nin gerçekleştirdiği gösterimde, yönetmenliğini Mustafa Ünlü’nün yaptığı “Bozkırın Bekçileri” belgesel filmini izledik. Ücretsiz ve her Salı akşamı başka belgesel filmin gösterimi ardından yayınlanıyor, filmle ilgili bir de söyleşi var.


Aşağıda yazdıklarım, film gösterimi sonrası, eve dönüşümde, hem “Bozkırın Bekçileri” belgeseli, hem de metroda karşılaştığım bir güzel anının daha, yazarlık hayatıma kattığı tarih oldu. Bir dostumun, sanat ve şiir hakkında konuşurken söylediklerini hatırladım. Sinemadan çıkıp Beyoğlu Karaköy arasını yürüyerek giderken.


“Kentlerin, ülkelerin, insanlığın tarihi nasıl yazılır?

Vakanüvisler, tarihçiler, tarihi icat edenler eliyle mi sadece?

Tarih, şiirle de yazılır. Şairin imledikleri bize tarihin kapısını aralamaz mı?”


Şimdiki zamandan soyutlanmış, eski zamanların İstanbul’undaydık o gece. Sokaklarında modern çağın insanı çıldırtan, yoran, hayat sevincini emen bozulmuşluklardan arınmış bir tarih. Elektriğin aydınlatmadığı, meşalelerin, ziftle yanan lambalarının ışığında, büyülü o anları yaşatan sokaklarındaydık sanki Galata’nın…


Osmanlı'da yer alan bir tarihçi vakanüvis görseli.
Vakanüvis

Sahi, tarih yalnızca, dostumun dediği gibi onu icat edenlerin, vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıkları mıdır? Bilimin, tekniğin dünyayı bir ağ gibi sardığı bu dönemde, farklı alanlarda, farklı işleri yapanlarca da yazılamaz mı?


O gün, sinemaya erkenden gidip dostum ve onun yakın dostlarıyla çok hoş sinema sohbetlerine, anılarına tanıklık ettim. Biraz sonra beni neyin beklediğini bilmeden ve sinema üzerine (özellikle de belgesel sinema hakkında) örtük cehaletimi de onlara göstermeden, sessizce katıldım onlara. Buraya gelene kadar başka bir adamdım; başkası. Belgesel sinemayı izledikten sonra da bambaşka biri olarak sokağa çıkacağımdan adım gibi eminim.


Sanat, bütün dallarıyla aynı şeyi yapıyor: Kaynağı olan yaşama dönüyor. İnsanlığın hallerini kendine dert ediniyor. Bu çağda,  bu çabayla. Kendi yol ve yöntemleri, teknikleriyle insani öze sahip tek alan sanat diyorum. Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosunu mesela (yalnız bu eseriyle mi, değil elbet) yaparken, kötülüğün nasıl bir şey olduğunu anlattığı bu eserinde iyiliği olağanüstü bir ustalıkla göstermiş insanlığa. Mustafa Ünlü de, Bozkırın Bekçileri’nde, sinema dilini kullanarak yapmış bunu. Bizden kilometrelerce uzakta, bozkırın sonsuzluk duygusu yaşatan uçsuz bucaksızlıkları, adeta ufuktaki gemiyle birlikte kaybolup gittiğinizi hissettiriyor kendinizi size. Rüzgârın türküsüyle fondaki müziğin birleşerek oluşturduğu senfoni, bozulmamış, yemyeşil doğası ile usta bir ressamın fırçasında canlanan bu tablo karşısında sonsuzluğu yaşıyorsunuz gibi hissediyorsunuz. Kırgızları ve atalarından kalan Balbalları konu alan belgesel, insan doğa ilişkisini, yakın ve uzak çekimleriyle sizi belgeselin içine alan özgün diliyle dünyanızda iz bırakıyor.


Zamanın ötesinden çıkıp geliyorlar. Bozulmamış ve doğayla bütünleşmiş dinginliklerinde, kendimizde unuttuğumuz, içimizde derinlerde saklımızdaki çocukluğumuza alıp götürüyor. Filmi izlerken, büyük büyük adamların, koca koca fikirleriyle içine ettikleri bu dünyada, “nefes alınan ne güzel diyarlar varmış hâlâ" dedirten gerçekliği, şiirsel görüntüleri eşliğinde çocukluğumuzun saflığına çağırıyor. Gökyüzünün yeryüzüyle birleştiği bu yerde. Çıplak ayaklarınızla karnına bastığınız, toprak ananın koynuna düşen tohumun doğum sancılarını tepeden tırnağa, saç diplerinize kadar yaşatır. Ve aletin işleyip elin övündüğü o zamanlara gidersiniz. “Bozkırın Bekçileri”nde, Kırgız tarihinin derinliklerinde, onların atalarından kalan bu izlerde kendi geçmişinize de bir yolculuk…


Bozkırın Bekçileri isimli belgeselden bir görsel.
Bozkırın Bekçileri Belgeseli

Elli dakikalık bu gösterim için, bu kıt sinema aklımla şunu diyebilirim: Mustafa Ünlü, sizin gitmediğiniz, bilmediğiniz, görmediğiniz Kırgız tarihinin derinliklerinde köklerinizden izlerinizi bulmaya çağırıyor. Ustalık gerektiren ve beceri isteyen, yoğun bir emek üretimi. İnsanın en değerli mülkü olan zamanı, en iyi şekilde kullanarak kendi hayalini bizim gerçekliğimize dönüştürmüş adeta.


Filmi benim için ilginç kılan şeylerden biri, aynı zamanda savunageldiğim Köy Enstitülerimizin de eğitim felsefesini oluşturan ''iş içinde eğitim, eğitim için üretim'' ilkesini gösteren o kısacık sahnede, karşıma, yerleşik hayatı kuran, tarım toplumunu yaratan kadını çıkarıyordu. Başlarında, kazıdan sorumlu üniversite hocası bir kadın arkeolog ve yardımcıları vardı. Onlarla birlikte, ortaokul öğrencileri kendi tarihlerinin izini sürdükleri o kazı “an”ı.


Balballar Heykeli görseli.
Bozkırın Bekçileri: Balballar

Filmin bu sahnesini izlerken, o çocuklardan biri de bendim işte. Elimde küçük kazı aleti ve süpürge, keşfettiğim bir buluntuyu temizleyerek ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Yatağan’ın Eskihisar köyünde, 1977 yılındaki eski antik kent Stratonikeia’daydım. Ensemizde boza pişiren bir güneş. Umurumda mı! Hiç bilmediğim ve görmediğim, o ana değin varlığından haberdar olmadığım Antik dünyanın büyük bir kentindeyim şimdi. Kentin girişinde, hayranlıkla kapıyı inceliyorum. Elimde, Yatağan’dan tanıdığım bir büyüğüm, abim Hamdi Topçuoğlu’nun Belçika’da öğretmen olarak görevli olduğu yıllarda, içinde kadın emekçilerin hayatlarını da anlatan Limburg Hikâyeleri kitabı. Üreten insanların çevresi yaşlanmamış hikâyeleri. Uzakta olmanın bütün acılarına, kadın olmanın zorlukları içinde yaşayan ve buna rağmen hayata tutunmaya çalışan insanların hikâyeleri. Memleketinden kopup gitmek zorunda kalan, kadını erkeğiyle, insanların başından geçenler, ağır çalışma koşulları, yalnızlıkla örülü günlerin içinde boy veren aşk ve gelecek zamana yeşeren umutlar…Görkemli antik şehir kapısından içeri giriyorum. Sütunlu caddeden yürüyerek antik tiyatronun meydanına geldim. Biraz sonra başlayacak olan tiyatroyu izlemek üzere yerime geçiyorum. Oyunun başlamasına henüz zaman var. Sonsuz bir gökyüzü altında serin bir hava. Kitabımı okuyorum.


Zihnimde bir saat önce izlediğim Bozkırın Bekçileri, elimde Limburg Hikayeleri… Yeraltında giden bir trendeyiz. Hareket etmesine saniyeler var. 35 40 yaşlarında bir çift son anda bindi. Şaşkın şakın etrafımı gözetliyorum. Acaba herkes benimle miydi o an Stratonikeia tiyatrosunda, yoksa ben bir hayalin içinde miydim, sorusunun cevabını arıyordum kafamda. Şaşkınlığım geçip kendime geldim. Herkes kendi dünyasına dalmış, kimse kimsenin umurunda değil. Ya da öyle geliyor bana.


Nihayet gerçek dünyadaydım. Her fırsatta tanık olduğum metrodaki manzara, bugün de farklı değil. Telefonlarına gömülmüş devekuşları misali yüzlerce yolcu. Ne vakit böyle bir manzarayla karşılaşsam, kendimi de onlardan biri olarak hissediyor ve irkiliyorum. Soğanlık istasyonuna kadar yolculuk yapmak zehir zıkkım olur her seferinde. Çok yıllar önce bulduğum panzehirimi çantadan çıkarıp, ineceğim yere kadar ona sarıldım.


Üç dört durak sonra, yanımda, kapıya yakın oturan yolcu indi. Onun yerine geçtim. Bir iki adım ötemde duran kadın boşalttığım yere oturmak isteyince, iki erkek arasına oturmasın diye tekrar eski yerime geçtim. Teşekkür edip, kapı kenarındaki koltuğa oturdu. Eşi ayakta, sohbet ediyorlar. Ama kadın, daha çok okuduğum kitabımla ilgili. Gözleri sayfaları tarıyor, hissediyorum. Sanırım o da benimle beraber kitabı okuyor. Bir iki durak sonra karşı koltukta yer boşalınca eşi de oraya oturdu. Ayrı oturmasınlar diye kalkıp yanına gittim. "Önemli değil rahatsız olmayın" dese de, ben ısrar edince, eşinin yanına geçip oturdu. Bu yer değiş tokuşun ardından tam kitabıma dalacaktım ki kadın; hiç beklemediğim içten bir sesle:


“Ama haksızlık bu yaptığınız, ben de okuyordum kitabı. Tam heyecanlı yerinde, kalkıp gittiniz” demez mi! Hiç tereddütsüz, kitabı kendisine uzattım…


Sözleri o kadar içten ki. Gülümsemesinde insanı hayran bırakan bir eda. İnsana yaşama sevinci aşılıyor. Bütün karamsarlığınıza rağmen, başınızdan aşağıya döktüğü sevgi dolu sözleri, Kadıköy'den bu yana kararan ruhuma ilaç… O kitaba kaldığı yerden devam ederken ben olup biteni düşünüyorum. "Nasıl yani?” diye… Yıllardır gidip gelirim metroyla. İlk kez bu kadar samimi, içten ve insan sıcaklığı dolu bir ses tonu ve hiç tanımadığı birine takılmasıyla size, “Oh be! Dünya varmış” dedirten bir insanla, insani bir sohbette bulundum. O gece bir belgesel, bir kitap ve iki güzel kadınla karşılaşarak insan olmanın keyfine bir kez daha eriştim.


Tepeden tırnağa alladı beni…

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
Sarma Dergileri

Sosyal Medyada

Mucizelere Tanık Olabilirsiniz

  • Instagram
  • LinkedIn
  • Twitter

Mucizelere İnan

Gerçek Olsunlar

Her alandan yazarların buluştuğu Mucize Dergi'de hikayeler, makaleler ve ilham dolu içeriklere göz atın. Kendi yazınızı payla

© 2025 by Mucize Dergi

Moda yayılır

Yolculuğumuza Siz de Dahil Olun!

Mucize Dergi’de her fikir değerli, her ses duyuluyor. Aramıza katılın ve bu yolculukta birlikte yürüyelim!

Aramıza Katıldığınız için Teşekkürler :)

bottom of page