Squid Game 2. Sezon İncelemesi
- Özkan Bakioğlu
- 21 Oca
- 4 dakikada okunur

Squid Game 2. Sezon
Squid Game, son zamanların en gözde dizilerinden biri oldu. Oysa ilk yayımlandığı dönemde konuşulan çok önemli bir şey vardı: Dizinin senaristi, projesini hangi prodüksiyon şirketine götürürse götürsün geri çevrilmiş. Hatta bu hikâye, dünyaca ünlü bilgi paylaşım platformu olan Wikipedia’de de aynı bu şekilde ifade ediliyor. Bu anımsadığım duyum ne kadar doğru bilmiyorum. Belki de bir şehir efsanesidir ama önemli olan bu değil. Önemli olan, böyle bir dizinin çekilmiş olması ve bu diziyle birlikte Kore sokaklarında çocukların oynadığı çocuk oyunlarının evrensel bir tanınırlık kazanmış olması. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Şöyle bir cümle kurup işin içinden sıyrılmak mümkün: İşte bu, sanatın gücüdür ama bu da bizi başka bir sokağa sokuyor: Sanat bunu nasıl yapıyor?
Bir sanat eseriyle karşılaştığımızda onu bir zanaat eseriymiş gibi ele alamayız. Elbette eserin yapımında belli başlı bazı teknikler, bazı yöntemler söz konusudur ama o eserde vücuda gelen ve bizi etkisi altına alan şey bunların hiçbirine indirgenemez. Aynı şeyleri yapmakla aynı sonuçların alınamayacağı bir alandır sanat.
Dizinin olay örgüsüne bakalım. Gizli bir örgüt var. Bu örgüt muhtemelen daha öncesinde araştırdığı, hatta takip ettiği insanlarla sokakta rastlantısal bir görünüm içinde temas kuruyor. Temas kurulan insanların hepsi mali yönden tükenmiş yahut tükenişin sınırına dayanmış kişiler. Bu kişiler çeşitli meslek gruplarından olabiliyor. Aralarında mafya babası da var, rap yıldızı da. Çeşitli sahnelerde örgüt üyelerinin bu kişiler için kullandıkları sözcüklerden anlıyoruz ki örgüt açısından bu insanlar birer ucube. Onlara göre bu kişiler birer “pislik” ve ortadan kaldırılmaları da doğal olarak bir çeşit temizlik. Bu kurguda dikkat çeken şey şu: Aslında yeni bir sınıf hikâyesi anlatılıyor. Bu sınıf hikâyesinde eskisi kadar belirgin (yahut geometrik) sınıflar yok. Bu hikâyedeki sınıflar bireylere, bireylerin kişisel mücadelelerine parçalanmış durumda. Ortada tam bir karmaşa var ve bütün düzen bu karmaşanın üzerine inşa edilmiş durumda. Bu karmaşanın merkezinde ise para var ama bakıldığında karmaşaya dâhil olan herkesin motivasyonu para değil. Bazıları için hayatta kalmak çok daha önemli. Özellikle ikinci sezonda “bir oyun daha” diyenler ile “bir an önce buradan çıkmalıyız” diyenlerin giriştikleri seçim mücadelesi tam da bunu anlatıyor. İnsanların iki seçenekten birine oy vermelerindeki kişisel maceraların etkisi ise tam olarak bireyleşmenin sınıfsallığı parçalamasıyla alakalı; bu cepte ama yine de aynı koşullar altında ezilen, baskılanan insanların ortaklaşmaması, bir dayanışma örneği oluşturmaması tuhaf değil mi? Peki neden?

İkinci sezonda oyuncuların net bir biçimde iki ana gruba bölündüğüne tanıklık ettik. Gitmek isteyenler ve devam etmek isteyenler. Bu da yine toplumun ne kadar siyasi çeşitlilik olursa olsun aslında iki ana gruba bölünmüş olduğunun dizideki temsili gibi. Devam etmek isteyenlerin derdi oyunu kazanarak hayatta kalmak, gitmek isteyenlerin derdi ise bir an önce hayatta kalmak. Evet, eminim ki çoğumuz devam etmek isteyenleri haksız bulmuştur ama bu insanların argümanları nedir: “Bu parayla dışarı çıkıp ne yapacağız ki?”. Sormak lazım, haksızlar mı? Bu insanlar budala oldukları için mi yoksa dışarıdaki hayatla oyun arasında bir fark olmadığını anlamış oldukları için mi devam etmek istiyorlar? Bu insanlar son derece gerçekçi bir tutum içindeler aslında ama hangi gerçekliğe dair bir gerçekçilik bu; içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğe ait bir gerçekçilik. Özetle savları gayet basit: Çıkabileceğimiz bir dışarı yok.
Aklıma İsmet Özel’in bir söyleşide söylediği sözler geldi. Anımsayabildiğim kadarıyla Özel, şairin, okuru içinde yaşadığı dünyanın dışına çıkaran biri olduğundan bahsediyordu. Özel’e göre şair, bizi içinde yaşadığımız dünyadan çıkarıyor ama yine bizi başka bir dünyaya götürüyor. Yine de bu önemli değil çünkü burada esas olan konu, şairin bize bunun mümkün olduğunu gösteriyor olması. Squid Game dizisi de tam olarak böyle bir sorunsalla insanların karşısına çıkıyor. Başta sorduğumuz sorunun cevabı da bu olmalı: Squid Game dizisi nasıl oluyor da Koreli çocukların sokaklarda oynadıkları oyunları dünya çapında meşhur edebiliyor? Dizi, o oyunları öyle bir sorunsallıkla dünyaya sunuyor ki anlayan anlamayan herkes dizideki hikâyeden, hikâye içinde kendilerine gösterilen imajlardan etkilenerek diziyi büyük bir zevkle takip edebiliyor. Dizinin başarısı, yoğun felsefi bir alt metni, oldukça hareketli, içinde gizemli durum ve olayların olduğu sürekleyici bir olay örgüsüyle örtüştürebilmesinden geliyor. Üstelik bunu, oyun kavramını rahatlıkla vurgulayabileceği stabil bir ortamda yapıyor: Oyunların oynandığı tesis. Bu tesis kapitalist sınıfsallığın neoliberal gerçekliğini temsil ediyor. Bu temsil, “dışarıda” örtük bir biçimde yaşanan her şeyin üzerindeki örtüden soyunduğu, bütün olayları kapsayan bir durum olarak kurguda önemli bir görevi yerine getiriyor. Böylece söz konusu durum gerçek hayattakinin aksine, içi-dışı olan, dolayısıyla dışına çıkılabilir olan bir hâle getirilmiş oluyor.
İkinci sezonun üzerine oturduğu alt sorunsal tam da bu: Baş karakter Seong Gi-hun bu durumun ne kadar farkında? Evet, oyunun dışı var ama o dış zaten bu oyunu yarattı. Nitekim ikinci sezondaki limuzin sahnesinde bu durum açıkça ifade ediliyor. Dizinin baş karakteri Seong Gi-hun örgüt tarafından kaçırıldığı sırada ona söylenen şey şudur: Hâlâ anlamıyor musun, bu dünya değişmedikçe bu oyun bitmeyecek! Dolayısıyla sen neye karşısın? Neyin dışına çıkmaktan bahsediyorsun? Soruyu biraz daha büyütelim: İç neresi, dış neresi? Esasında bu sorgulama, Seong Gi-hun şahsında, ister istemez onunla özdeşleşen seyirciye de yönelik bir sorgulama. Siz, diyor dizi, burada bir şey izliyorsunuz; bu izlediğiniz şeyde bir mekanla özdeşleştirilmiş bir durum var ve bu durum aslında gerçek hayatta içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğin bir temsili. Bu temsilin ortadan kalkması, temsil ettiği şeyi ortadan kaldırmayacak, bunun farkında mısınız?
Dışımızda kabul ettiğimiz acılar, uzaktan bakıp üzüldüğümüz, kınadığımız haksızlıklar, başka yerlerde diyerek haberlerden takip etiğimiz savaşlar aslında ne kadar bizim dışımızda? Bu güncel insanın gündelik yaşamı içinde çözüme kavuşturabileceği bir sorgulama değil. Evet, dizi neoliberalizmi eleştiriyor ama bunu nasıl yapıyor? Aslında alt metinde ifade edilen şey gayet açık. Oyunların çocuk oyunları olması da bu tezi güçlendiriyor. Evet, neoliberalizm bizi ahmakça bir şeye zorluyor ama bu zorlama çok da bize dışsal değil. Hayatta kalma içgüdüsü, oyun oynama istenci ve kazanmanın verdiği hazzın temele alındığı bir oyunla neoliberalizm bizi içererek kendi kurgu dünyasına uygunlaştırıyor. Dolayısıyla biz çok da yabancısı olmadığımız ve bundan dolayı da direkt akıl dışı, ahmakça sayamayacağımız bir düzenin içinde insanlığımızdan çıkmak pahasına bu oyunu oynamayı seçerken buluyoruz kendimizi. Doğru değil mi? Demokrasi yok mu? Bir işe girmek için başvurular yapıp, o işi yapmak noktasında iş yerimizin yazılı-sözlü yahut kanuni-geleneksel koşulları içinde yer almayı seçmiyor muyuz? Bir şeyler bize yanlış geldiğinde, bize yanlış gelen şeylere itirazlar ettiğimizde konu dönüp dolaşıp bu işin böyle olduğuna, istemiyorsak yapmak zorunda olmadığımıza gelmiyor mu?
Kısacası limuzindeki o ses söylediklerinde haksız mı?
Güzel inceleme