Geçmiş - Gelecek
- Özkan Bakioğlu
- 6 Haz
- 3 dakikada okunur

Gelecek Midir Geçip Giden?
Günler hızla geçerken şunu da sormak gerekiyor, acaba geçip giden gelecek midir? Dün diye arkamızda bıraktığımız şey aslında yarın olabilir mi? “Post” bilmem nelerin söylediği biraz böyle bir şey aslında. Tarihin sonuna geldik çığırtkanlığı ya da tarih dışılığın meselenin çözümü olduğu sanrısı gibi birçok fikir ve akım içinde birileri hâlâ gelecekten bahsetmeye çalışıyor. Bir edebiyat eleştirmeni olarak eğer güzel bir roman konusu arayan varsa ona böyle bir trajediyi konu edinmesini önerebilirim.
Modern insanın su yüzüne vuran trajedisidir geleceksizlik. Yarın dediğimiz şey aslında dünümüzdür ve şimdi ise bu acı gerçeğin yaşandığı can sıkıcı bir durumdan ibarettir. Bu işin sonu nereye varacak dersiniz? Üstü örtülü bir punk kültürü ya da çok da dile gelmek istemeyen bir isyan ama sonuç olarak müthiş bir bezginlik. Bu bezginlikten bizi ne çıkarabilir? Görünüşlerden elde edilen her türlü haz ve merkez dışı spiritüalizm. Peki işe yarıyor mu? Bazı bireylerde belki ama çağın tini açısından işe yaramadığı açık çünkü toplumsal gerçekliğin nesnel gerçeklikte yaşadığı huzursuzluk sürüyor. Toplumsal formasyon devinmek için toplumlaşma serüvenini sıkıştırmaya, onu huzursuz etmeye devam ediyor.
Dünden Çıkamamak
Dün, bizim için zararsız bir gerçekliğe dönüşüyor. Şimdinin yarın kaygısından kurtuluyor ama bu kurtuluşun bedeli olarak da şimdiyi yaşayamamış oluyoruz. Masamıza sürekli olarak dünü getiriyoruz ve bu öyle bir aş ki her seferinde taze, her seferinde iştah kabartıcı. Onunla, onunla oynadığımızdan habersiz oynayabiliyoruz çünkü. Bu da hem bizi içten içe hakimiyet kurmak yönünden tatmin ediyor, kendimizi güvende hissetmemizi sağlıyor hem de onun gerçekliğini yitirmemiş olmasını temin ediyor. “Beni kandır ama ben unutayım beni kandırmanı istediğimi” der gibi bir durum bu. Bu durumun dışına çıktığımız anlarsa en mutlu olduğumuz durumların ve olayların içinde oluyor; bir müzik severin konser anında, bir futbol severin tribünden tuttuğu takımı desteklediği anda. Herkes için geçerli değil tabii bu. Bazılarımız ise bolca yaşamakta bu durumu.
Zamanın akışı içinde ana temas ettiğimiz “Evet, anladım, anlıyorum” dediğimiz bazı duraklar vardır. Açıkçası bu duraklarda pek farkında olmuyoruz bu durumun ama o akışın içinde yoğunlaştığımız, tam da olmak istediğimiz yerdeyken birdenbire oluveriyor ve durgunlaşıyoruz. Etrafımıza bakıyoruz. Akış sürüyor ama biz ne içindeyiz akışın büsbütün, ne dışında. Tam da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zaman için söylediği gibi. Yek pare bir anın, parçalanmaz akışında, orada bir yerde buluyoruz kendimizi. Akıyor muyuz? Hayır. Akış yok mu? Hayır, var. Peki ne oluyor o anda? Acıyan, gözyaşlarına sebep olan ya da dumura uğratan bir kayıp yaşanıyor. Neyin kaybı bu? Elbette ki gerçekliğin. O emin olduğumuz, “İşte bu!” dediğimiz gerçekliğin kaybı. Yerine hiçbir şey koyamadığımız bir kayıp bu. İyi ki de öyle. Çünkü orada yalnızlığımızla yüzleşiyoruz ve eğer samimiyete güvenimiz varsa o yalnızlık içinde kendimizi buluyoruz. Yine de her şeyi değiştiren bir aydınlanmadan söz edemeyiz çünkü değişmiyor. Bulduğumuz şey, tarif edebildiğimiz, işte bu diyebildiğimiz bir şey olmuyor.

Aydınlanma Olabilir Mi Bu?
Aydınlanma böyle bir şey değildir. Aydınlanma emek isteyen, öznelik gerektiren bir şeydir ve özne için nesneye ihtiyaç vardır. Nesnesi olmayan bir şeyi kavramak, kavranamamış bir şeyi bilince çıkarmak mümkün değildir. Görüde bir karşılığı olup olmadığını göremediğimiz bir şeyin varlığını nasıl deneyimleyebiliriz?
Diyalektiğin en sevdiğim kavramlarından biri de aşmaktır. Diyalektikte aşmak ancak aşılanı kapsayarak yapılabilir. Kapsamak demek, aslında içermek demektir. Bir şeyi aşmak istiyorsanız onu içermeli, yani kapsamalısınız. Ampirik olarak da böyle değil midir? Bir duvarı aşmak istiyorsanız onun üzerine çıkmanız gerekmez mi? Bir duvarın, hem de oldukça yüksek bir duvarın üzerine çıkmak için ne boyunuz ne zıplamanız yeterli olur. Bu iş için tırmanmanız yahut merdiven ya da türevi bir yükseltici teknolojiye ihtiyacınız vardır. Bunun içinde ölçüp biçmeli, analiz etmeli ve senteze gitmelisiniz. İnsan soyunun doğa karşısında çok eskiden beri yaptığı da bu değil midir? Bilim, sanat, felsefe dediğimiz şeyler hep doğayı içermek için içinde yer aldığımız uğraşlar değil midir? Neden yapıyoruz bütün bunları? Neden kentler inşa ediyoruz, uygarlıklar kuruyoruz, neden dil diye bir şey var ve birbirimizle konuşmaya ihtiyaç duyuyoruz?
Dergilerde, bloglarda ve çeşitli mecralarda yazılar yazıyoruz; çünkü bir şekilde o duvarı içermemiz gerekiyor. Biz, verili olanla yetinebilen canlılar değiliz. Bu hırsla, konfor alanları oluşturup rahata ermekle ilgili değil. Elbette işin içinde bunlar da var ama meselenin özünde aşmak istiyoruz o duvarı. Yeterli gelmiyor yaşanılan. Anlamsızlık bile olsa bir anlamı olmalı her şeyin. En azından akıl dediğimiz şey bunu talep ediyor ve kuruyor bir şekilde anlamlı dünyamızı. İster postmodern olun ister başka bir şey, değişmiyor bu gerçek. Üzerinde durmak istemesek de, kaçsak da ondan hiç fark etmiyor. Sanki dünya, her şeyi yapıyor bu karşılığı söküp almak için bizden. Nereye kadar kaçabiliriz ki o hâlde? Kıralım gitsin zincirlerimizi. Lakin candır, canın bedeli.
Comments