Edebiyat Yahut Varoluş III - Hikâye
- Özkan Bakioğlu
- 26 Mar
- 3 dakikada okunur

Hikâye Nedir?
Hemen her şeyin felsefesi yapılmıştır fakat hikâyenin felsefesi henüz yapılmadı. Roman dediğimiz şey, hikâyelerin iç içe geçmişliğinden başka nedir? Birçok hikâye iç içe geçer, girift bir hâl alır ve böylece roman dediğimiz sanat açığa çıkar. Peki nasıl? Basit; her hikâye bir insandır. Tür olarak hikâye, bir insanın hikâyesidir. Roman ise birden fazla insanın hikâyesini tek olay örgüsünde bütünler. Hikâyede mesele, olay yahut durum içinde insanı gözlemlemektir; romanda ise insanda olay yahut durum gözleme açılır.
Edebiyat türü olarak hikâye yahut romanda iç içe geçen hikâyeler olarak hikâye; hiç fark etmez, hikâye, insanı anlatır. Roman bu anlatıyı durum veyahut olay ile örtse de gerçek budur. Gerçek yaşamda da aynı şeyden bahsedemez miyiz? Olay yahut durumların örttüğü insanların arasında kimin gerçekte ne olduğunu bilmeden ama biliyormuş gibi yaparak yaşamak zorunda değil miyiz? X kişisi iyi mi yoksa kötü mü? Bunu nereden bilebiliriz? Elbette davranışlarından. Peki, davranışlarının kaynağı nedir? İyi yahut kötü birisi olması mı? Yetiştiği koşullar mı? Bu koşulların onda bıraktığı izler ve hatta yaralar mı? Şu an içinde bulunduğu koşullar mı? Yoksa gelecek kaygısı mı? Ne? Bilemiyoruz.

Sokrates'e Göre İyilik ve Kötülük
Sokrates, “Kötülük cehaletten kaynaklanır.”, der. Bu cehalet tam olarak nedir? İki kere ikinin dört ettiğini bilmemek mi yoksa iyiliğin herkesin yararına olduğu gerçeğini bilmemek mi? Bu da bir başka tartışma konusu ama belki başka bir önerme daha eklenirse mesele daha aydınlık bir yere taşınabilir. O önerme ise şudur: İnsan, bilmediğinden korkar. Demek ki Sokrates bilgisizlik ile korku arasında önemli bir bağ olduğunu düşünmektedir. Bilgisizlik korkuyu, korku ise kötülüğü doğuruyor. O hâlde bilgi cesareti, cesaret ise iyiliği doğurmalıdır. Bu da demek oluyor ki Sokrates’in bahsettiği bilgi, iki kere iki dört eder türünden bir bilgi değildir çünkü bir üçüncü önerme olarak büyük filozof şunu söyler: Kendini bil; kendini bilen, her şeyi bilir. Bunun anlamı nedir? Kendilik bilgisinden yoksun olan insan mutlaka korkar. Geçmişinden getirdiği hayaletlerden, olumsuz tecrübelerin tekrarlamasından, maruz kaldığı sözlü şiddetin acısını yaşamaktan korkar. Yaşadığı andaki şiddetten, elde etmesi gerektiğini düşündüğü şeyleri elde edememekten korkar. Gelecek kaygıları onu korkuya sevk eder ve bütün bunlar ona bir nevi kötü olma hakkı verir. Damağı zehirlenmiştir artık, iyilik tahammül edemediği bir şeye dönüşmüştür. İyilik ona eziklik gibi gelir, ödün vermektir, aşağılanmaktır, güç yitimidir. Oysa kötülük zevklidir, ona güçlü olduğunu hissettirir. Güç, bir boşluğu doldurmak için uydurulan bir yanılgıdır. O boşluk o kadar derindir ki hiçbir yanılgıyla doldurulamaz çünkü o boşluk kişinin kendini bilmemesidir ve ancak kişinin kendini bilmesiyle dolacaktır. İşte kötülüğe neden olan cehalet de budur.
Peki hikâye bu işin neresinde? Tam da merkezinde. Hikâye, kişinin kendini bilme serüvenidir. Olaylar ve durumlar içinde insanın aradığı şey aslında gerçektir ama onu bulmak hiç de kolay değildir çünkü insan sabırsızlığıyla meşhur bir canlı olarak, diğer canlıların beceremediği bir şeyi de becererek, yalan söyleyerek işini iyice zorlaştırmaktadır. Bilmez ama bilmeye mecburdur ve bu da onu uydurmaya götürür. Kendini bilmez ama bunu kabul de edemez. Bu yüzden kendine isimler, sıfatlar, makamlar, mevkiler, saygınlıklar atfeder/atfettirir. Kendini tanımlar ama yetmez, kendini tanımlaması için etrafına insanlar toplar. Büyük bir oyun sahnelenmelidir ki bu oyunda kişi bir şey olabilsin. Yoksa çıldırmamak elde mi?
Nietzsche’nin aşağıladığı erdem, böyle bir oyunun içinde geçerliliği olan sahte bir şövalyelikten başka nedir? İnsan, hikâyesinin kahramanıdır. İster marangoz olsun, ister köylü, ister yönetici. Her insan kendi hikâyesinin başrolündedir ama bu her insanın bu durumdan memnun olduğu anlamına gelmez çünkü başrol oynamak hiç de kolay bir iş değildir. Hayatının sorumluluğunu almak, yaşamını bilinçli bir biçimde sürdürmek konforlu bir şey midir? Bu da insanları yan rollere iter. Kendi hikâyelerinden kaçan yahut kaçmak için can atan büyük bir kalabalık var. Kötü mü bu?
Neyin iyi, neyin kötü olduğunu sorgularken – yani Süper Ego’muz şımarmışken (burada onu büyük harflerle yazarak daha da şımartıyoruz)-, bir Nasrettin Hoca fıkrasıyla sonlandıralım bu yazıyı. Bir gün Hoca’ya birbirinden şikâyetçi olan iki kişi gelmiş. Bunlardan biri başlamış şikâyetini anlatmaya. Adamın anlatması bitince Hoca adama “Haklısın”, demiş. Bunun üzerine diğeri başlamış anlatmaya. Onun da anlatması bitince Hoca o adama da “Haklısın”, demiş. Bunun üzerine dayanamayıp Hoca’nın hanımı lafa girmiş. “Hiç böyle iş olur mu Hoca Efendi, ikisine birden hak verdin?” (1) demiş. Hoca bunun üzerine hanımına dönmüş ve “Sen de haklısın'' demiş.
Esenlikler.
KAYNAKÇA:
Kommentare